5 Mart 2020 Perşembe

Gerçek sanat nedir? Bir Joker incelemesi


Gerçek sanatçı kimdir? Sanatsal üretimin kalitesini ne belirler? Üretme itkisinin kendisi mi, ifadenin tasarımı mı daha değerli? Sanatçı o güdüye sahip olan mıdır, yoksa kitle dinamiklerine hitap eden mi?  Sinema tarihine damga vuracak bir karakter incelemesi olan Joker psikososyal eksende birçok soruya kaynak ve cevap olabileceği gibi, belki bir sanatçının tasviri için de model alınabilir. Arthur Fleck her ne kadar tuvali toplum olsa da sanatın gerektirdiği duygu ve içgüdü için bence mükemmel bir şablon oluşturuyor.

Yaratıcı üretimin temel harcı fikirdir, ancak bir fikrin standart bireyde ve sanat-eğilimli bireyde yol açtığı etki, anlam, duygu ve yaşantı bambaşkadır. Gotham City’deki yozlaşmışlığın ürettiği karakterlere standart birey örneği olarak Randall’ı verebiliriz. Kurnaz, yüzeysel ve tamamen sisteme entegre bir çağ insanı temsili olan Randall, düzenin mekaniğine uygun davranmaktan başka bir şey yapmıyor aslında. Randall’ın da belki kendi içinde sosyo-ekonomik eşitsizliklere bir itirazı vardır, ama onlara direnme duygusu olmadığı gibi sistemin insanlık dışı kurallarına adaptasyon yeteneği de son derece yüksek. ‘Dışarıda insanların birbirine bağırdığı’ bir dünya Randall’ı zerre örselemiyor, o sadece sistemden kopardığı üç kuruşla anını kurtarıp kendisini yarına çıkarabilmenin peşinde, tıpkı bir tek hücreli gibi. Randall için son yüzyıllarımızın ekonomik altyapısının köşe taşı diyebilir miyiz?

Bir de Arthur’a bakalım.. Travmatik geçmişi, yoksunluk halleri, yalnızlığı ve ötelenmişliği üzerinden bir psikanaliz onun karakterini okumak için yeterli midir? Burada rock’n roll ve baleyi hibridleyerek icra edebilen bir beyin kimyasından bahsediyoruz. Belki grandiyöz hayalleri ve naifliği annesi Penny’den genetik yahut kültürel aktarımla hasıl oldu, ancak bunlar kendine özgü limit-aşırı seviyede bir duru-görü, idrak ve duygusal derinlikle birleşince ortaya işte o ikonik kahkaha çıkıyor: Arthur bir yozlaşma ve ahlaki çöküş işareti sayılabilecek her rastladığı tavırda boğulurcasına ve istemsiz şekilde kahkaha atıyor. Bu kahkahayı kendisinden sonra gelen belli belirsiz öğürme haliyle yorumlarsak onun bir décadence turnusolü olduğunu düşünebiliriz. Cinsiyetçi, aşağılayıcı, insan doğasının bencil ve acımasız olduğunu kanıksayan ve empoze eden bayağı espriler karşısında gülememesi, o anlarda ağlayan kahkahasını dahi toplumla senkronize edememesi ve hatta neredeyse perdenin öbür tarafındakilerin-yani sinema salonundakilerin dahi mizah anlayışına saldırarak bir çeşit artırılmış gerçeklik sunan bu sahne asıl akıl hastasının Arthur Fleck olmadığını anlatıyor aslında. Arthur belki yoğun bir sevgi açlığı çekiyor, doğru; ancak toplum da sevgi ile bağını onu her gün daha keskin bir hayal kırıklığına sürükleyen tehlikeli bir seviyede kesmiş durumda. Toplumu bu çöküşten, insanlığını kaybetmekten kurtarma görevini ve sorumluluğunu hissetmek ise elbette bir sanatçıya yakışır, yani dünyaya neşe ve kahkaha getirmek için gelmiş birine..

Arthur’un kendini bulma sürecinde, yani Joker’i doğuran evriminde duygu piklerinin ve içgüdülerinin ona yön verdiğini izliyoruz. Zaman alan sadece hissettiklerini ‘tanımlaması’ için sosyal mekaniklere dair gözlem aralığını genişletmeye ihtiyaç duymasıydı ve tabi biraz da cesarete. Toplum insani yönlerini törpüleyerek adapte olabileceği bir ekonomik ve sosyal sistem için hissizleşmeyi göze almış ve bunu normalleştirmişse, birinin bu mekaniği anlayamaması, yahut zihninin bunu kabul etmemesi çok da garipsenecek bir durum değil. Arthur’un içerisinde bulunduğu ‘sıradanlığa’ uyumsuzluğu sürecinde hatayı kendisinde arayışı ve aksi yöndeki farkındalığının o belli belirsiz yükselişi beyaz perdeden dışarı taşan ikinci bir örüntüdür aslında. Zamanımızın postmodern zihin akışına kolay adapte olduk, insanlığın insanlık-dışılık dahil çoğu şeye adaptasyonu alışılmadık bir durum değildir. İnsanlığın bug’ları vardır. Joker evreninde tınılarını belli belirsiz hissettiğimiz Kafkaesk bürokrasiye dair şu Zizek tasviri güzeldir: körlemesine hareket eden ve dayanılmaz bir ‘akıldışı’ suçluluk hissi yaratan bütünüyle işe yaramaz, fuzuli bilgilerden meydana gelen devasa mekanizma. Hayatımız boyunca peşinden koştuğumuz ve uyum sağlamak için adeta yırtındığımız onca şey daha nasıl ifade edilebilir? Peki bug’larla dolu karanlık bir labirentte peynir dışında bir şey aramanın tahayyülüne eremeyecek hale gelmiş insanlığı sanat kurtarabilir mi?

25 Ocak 2018 Perşembe

Basit çizgiler


Yeni görsel tasarım trendlerinden biri de basitlik. Birkaç veya bazen tek renk ve az öge içeren kompozisyonların oluşturulması ya da doğada yakalanması izleyicinin ilgisini karmaşık tasarımlardan daha çok çekiyor. Buna video tasarımları da dahil; ilgili ögelerin dışında hareket, nesne ya da ayrıntı içeren, keskin ve parlak sınırları olmayan her şey izleyicinin ilgisini dağıtıyor. Sosyal medya, günümüz teknolojisinin de desteğiyle, beynin bu yöneliminin anlaşılmasında büyük rol oynadı. Beyin, diğer tüm organik oluşumlar gibi, enerji tasarrufuna gidiyor ve anlamaya çalışırken en az zorlanacağı seçeneği tercih ediyor. Halihazırda varolan bu evrimsel yönelimin daha belirgin şekilde açığa çıkmasını teknolojik gelişimin yarattığı bilgi bolluğunun (yazılı veya görsel anlatımlar ve bunların dijital kalitesi dahil) beslediğini söyleyebiliriz.

Dolayısıyla şu sıralar kitleye hitap etmek açısından moda “anlaşılmak”. Yarattığınız içerik ne kadar kolay anlaşılıyorsa ve sade ise kitle o kadar ilgi gösteriyor. Bunda popüler kültürün etkisi büyük ve tüketim tasarımcıları da toplumların basitliğe bu eğiliminden faydalanıyor. Yalnız, önce keşif ve fayda ekseninde ortaya çıkan bu strateji kültüre geri-besleme yapıyor. Sürümden kazananlar, istatistik biliminin de yardımıyla toplumdaki yaygın karakterin dinamiklerini çözüp, ürünlerini onlara göre onları da ürünlerine göre, en karlı biçimde sağıyorlar. Bilimsel araştırmalara göre güzellik algısı popüler imajlar tarafından da belirlenebiliyor. O sırada gündemde olan ve güzel olarak lanse edilen yüzlere benzeyen yüzler daha güzel olarak algılanıyor örneğin. Daha sonra moda değişiyor ve güzellik algısı değişiyor. Bu şekilde, tüketim kültürü kendisini sürekli canlı tutmakla birlikte, toplum da tüketim lehine kolayca manipüle edilebiliyor. Döngü gitgide basitleşmeye, temel, herkesin bildiği ögelerin tasarımlanmasına mı varacak? Bu daha ziyade anlaşılacak bir şey kalmadığını zannettiğimiz oranda bir basitlik tasarlandığı anda çok daha temel kabullerin, hatta içgüdülerin zihnimize kodlanması şeklinde gerçekleşiyor. Zizek, popüler kültürün bu zorunlu hilesini baskıcı desüblimasyon şeklinde adlandırıyor. Basit zihinsel kodların sürekli görsel akışı, farkında olmadan öğrenmeye, bu basit ögelerin birlikte oluşturduğu harita ise zihnimiz tarafından bazı mesajların bütünsel olarak algılanmasına yol açıyor. Kabullendiğimizin farkında bile olmadığımız bir fikri değiştirebilir miyiz?

İnsanların kolayca anlayıp hemen uygulayabilecekleri şeylere akın etmesini besleyen iki durum daha var: hız ve çokluk. Çok fazla insan hergün çok fazla şey yapıyor, yayınlıyor ve üretiyor. Aklımıza gelen en uçuk şey dahi birileri tarafından bir yerlerde çoktan gerçekleştirilmiş olabiliyor ve herkes her şeyden anında haberdar oluyor. Bu da insanda sürekli bir geç kalıyormuş hissi yarattığından herkes ortaya bir şeyler çıkarmak, bir işi yapıp bitirmek ve tüm dünyaya duyurmak adına adeta kendisini parçalıyor. Ve zorunlu olarak basit şeyler üretilmiş oluyor, zira kapsamlı ve ardında daha komplike bir zeka barındıran işlerin on dakika gibi bir eforla ortaya çıkması malesef mümkün değil. Bu toplumsal eğilimi gelecekçi biçimde yorumlarsak, aslında herkesin hızlı, çok sayıda ve basit veriler (görsel, fikir ya da herhangi bir içerik) üretmesi, tam da bilim kurgusal bir yapay zekanın istediği şey: doğanın evrimsel bir kendi bilincine erme hamlesi olan insan zekasının ve içgüdülerinin çözümlenmesi, böylelikle organik bilincin taklit edilerek matematiksel bir soyutlama ile yeni ve daha evrensel bir tanesinin örülmesi açısından önce en basit ögelerine parçalanması gerekir, dolayısıyla tüm bu basitleşen ve aceleyle kendisini en temel içgüdülerine kadar ortalığa döken tüketici toplumlar aslında harıl harıl kod yazıyorlar.

Bunun dışında basitliğin estetik halinde, elbette ki bir de doğaya dönüş özlemi var. Şehir hayatında, hayatın bir koşturmaca olduğu yanılsamasında adeta boğulmakta, ömrü sınırlı aciz göçebeler olduğumuz gerçeğinden koparak sistemin çeşitli algı manipülasyonlarıyla empoze ettiği misyonların bazen huşusu bazen ağırlığı altında kalmaktayız. Bu zihin bulanıklığı içerisinde bir şeyleri, en azından hayat ve hakikat konseptini anlayabilmek mümkün değil. Hayat karşımıza boş bir odada sessiz bir şekilde odaklanıp çözmeye uğraşabileceğimiz bir zeka küpü olarak gelmiyor, her ne kadar tam da böyle olsa da. Doğada her şey daha kolay anlaşılır durumda, bir anda çoğunlukla bir şey oluyor ve yaklaşık 3.2 milyar yıldır da genlerimize bu şekilde kodlandığından doğanın konseptine alışmakta çok zorlanmıyoruz. Şehir hayatında ise bir an içinde binbir hareket var, çoğu da zihinde gürültü oluşturmaktan başka bir işe yaramıyor.

Basitlikte yakaladığımız estetik algıyı, tüketici sistemin baskıcı desüblimasyonuna uğramadan, sahte içgüdülerin zihnimize kodlanmasına ve algı manipülasyonuna karşı bilinçle, lehimize çevirmek de mümkün. Kolay anlaşılmak ve anlamak, işleri karmaşıklaştırmamak kötü bir şey değil, bilakis medeniyet sandığımız tüketim kültürü meseleleri karmaşıklaştırmanın da çok ekmeğini yedi, olduğundan daha basitleştirmenin de. Ama hiçbir şey olduğu gibi görmenin yerini tutamaz. Olguları olduğu gibi, yalın gerçeğiyle algılamak için önümüzde hiçbir engel yok. Biraz cesaret ve dürüstlükle doğaya ve doğala yaklaşmak mümkün. Tabi doğayı ve doğalını unutmadıysak.

23 Ocak 2018 Salı

Kant'çı estetiğe Nietzsche eleştirisi


"Kant, güzelliği yüklemleri arasında, bilginin saygınlığını sağlayanlara öncelik verip onları ön plana koyduğunda, sanatın saygınlığını göstereceğini düşündü: Bilginin saygınlığını sağlayanlar, kişisel olmayan niteliğiyle, genelliğiydi. Kant'ın, estetik sorununu sanatçı (yaratıcı) açısından görmek yerine, sanatı ve güzeli yalnızca gözlemci açısından ele alarak, bilinçsizce güzellik felsefesiyle tanışık olsaydı, bu denli kötü bir ünü olmayacaktı. Yani, güzellik alanındaki büyük bir kişisel olgu ve deneyimle, dolu dolu, kendine özgü güçlü yaşantılarla, arzularla tanışık olsaydı. Korkarım hep bunun tersi olagelmiştir, böylece başından beri, Kant'ın ünlü güzellik tanımında olduğu gibi, insanın kendisinin doğrudan gerçekleştirdiği incelmiş bir deneyim eksikliğinin bulunduğu bir tanım sunuyorlar. Çıkarsız bir haz sunan güzeldir, diyor Kant. Çıkarsız! Bu tanımı, gerçek gözlemci ve sanatçı - Stendhal'ın güzelliğe "bir mutluluk vaat eden şey" diyen sözüyle karşılaştırın. Yine de o, yalnızca Kant'ın vurguladığı, estetik durumun bir noktasını yadsıyıp saf dışı bırakıyor, çıkarsızlık. Kim haklı, Kant mı, Stendhal mı?" diyor Nietzsche Ahlakın Soykütüğü'nde.

Nietzsche'nin metafizikçilere mantığı ve zekayı doğadan ve doğalından koparmaları, çoğunun doktrinlerindeki obsesifçe sürrealize ettikleri argümanları üzerinden yaptığı eleştirilere alışığız. Burada da ruh ve bedeni birbirinden ayırarak gören bir bakışaçısına saldırıyor ve güzelliğin doğal içgüdülerle kavranan bir olgu olarak da ele alınabilir bir mesele olduğu savını sunuyor. Bir mutluluk vaat eden şey, mutluluğun tam olarak ayrıştırılabilir ve objektif tanımlanabilir bir kavram olmadığını hesaba katarsak, tam da içgüdüsel yönelime denk gelen bir adlandırma. Nietzsche'nin, dönemindeki bilimsel gelişmelere olan ilgisiyle güzelliğe bakışını aynı anda okumaya kalkarsak, iyileşmeye, sağlığa, güce ve yaşama yönelik işaretler veren şeyleri güzel olarak algılayacağımız savı ortaya çıkıyor. 

Ahlakçı bakış tamamen yanlış mı? Güzelliğe olan içgüdüsel yönelim, içkin bir yetenek ile doğadaki kusursuz matematiği kendine bir güç veya bedensel iyileşme sağlama art-güdüsü olmadan algılayabiliyor olamaz mı? Sanırım bunu kendi kendine öğrenebilen yapay zeka birazcık daha serbest bırakılıp gelişip serpildiğinde test ederek somut şekilde değerlendirebiliriz, şimdi net bir karara varabileceğimizi sanmıyorum.

1 Ocak 2018 Pazartesi

Suluboya moda resimleri

Aşağıda baharhun'un shutterstock portföyünden suluboya moda çizimi örnekleri bulunmaktadır.


Jeans setinde yer alan figürler günlük sokak modasına uygun, yazlık kıyafet stilleri ile oluşturulmuştur.


Catwalk figürü doğal bırakılmış saçlar ve yazlık hafif bir elbise ile tasarlanmıştır. Rahat bir suluboya tarzı kullanılmıştır. Elbisedeki volanlar belirgin ışık gölgelerle ön plana çıkarılmıştır.


Sade gelinlik tasarımı ve gül buketinden oluşan gelin çiçeği yine güllerden oluşan bir taç ile tamamlanmıştır. Suluboya tekniği çiçeklerde daha belirgindir.

Moda çizimleri genellikle popüler kültüre uygun imajlar olarak tasarlanır. Günlük hayattan genç, çocuk veya erişkin jenerasyona uygun kıyafet tasarımları olarak gruplanabilir. Çizim tarzı olarak çeşitli teknikler kullanılabilir. Buradaki örneklerde suluboya teknikleri görülmektedir. Marker, kuruboya, karakalem, guaj da kullanılabildiği gibi bunların birkaç tanesinden oluşan karışık teknikler de kullanılabilir. Bunun tercihi yapılacak tasarımlara uygun olarak belirlenebilir. Örneğin, spor moda tasarımında marker uygun bir tercihtir ve aralarda istenirse birkaç suluboya fırça vuruşuyla görsellik katılabilir. Kuruboya ve suluboya da birarada kullanılarak hoş efektler oluşturulabilir.

29 Kasım 2015 Pazar

Desen: Çocuk ve genç insan figürleri


Çocuk figürünün yetişkin figüründen çok farklı olduğu kuşkusuzdur. Ayrıca çocuğun vücut biçimi doğduğu günden başlayıp erişkinliğe ulaşıncaya kadar sürekli değişir. 

Bu yüzden çocuk figürü çiziminde değişik kanonlar (en az 4 farklı kanon) kullanmamız gerekir:

1) Yeni doğmuş bebeğin kanonu: Vücut 4 modüle bölünmüştür. Yetişkin bir insanın kanonuyla karşılaştırıldığında baş, vücudun diğer bölümlerine oranla iki kat daha büyüktür.

2) İki yaşında bir çocuğun kanonu: İki yaşında bir çocuğun figürü yeni doğmuş bebeğinkiyle aynı sayılabilir. Baş yine vücuda oranla büyüktür.

3) Altı yaşında bir çocuğun kanonu: Vücut baştan daha hızlı büyüdüğü için artık modül 6 modülden meydana gelir. Vücut uzamakta ve genişlemekte, yavaş yavaş yetişkin vücudunun orantılarına ulaşmaktadır. Bel incelmeye başlamıştır.

4) On iki yaşında bir çocuğun kanonu: Figür artık 7 modüle ulaşmıştır ve yetişkin figürüne giderek daha çok benzemektedir.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Desen: İnsan vücudu çiziminde ölçü-oranın önemi



Kanon; insan figürünün ideal orantılarını veren ölçü sistemidir.

Eski Yunan sanatçısı Polykleitos'un yazdığı Kanon adlı kuramsal estetik kitabından (M.Ö. 5. yy) bu ismi almıştır. Kanon, "modül" adı verilen bir ölçü birimini temel alır. Rönesans'tan beri kullanılagelmekte olan modül, insan başının yüksekliğine eşit bir ölçüdür.

İnsan figürünün orantılarını saptamak için elimizde 3 kanon bulunmaktadır:

1) Normal figürler için yedi buçuk başlık kanon: Gündelik hayattan kişiler çizilirken kullanılır.

2) İdeal sayılan figürler için sekiz başlık kanon: Genelde sanatçılar tarafından kullanılır.

3) Kahraman figürleri için sekiz buçuk başlık kanon: Gerektiğinde dokuz başlık kanon da kullanılır. Destanlara konu olmuş kahraman figürleri için kullanılır. Bu figürü genelde çizgiroman yapan ressamlar kullanır. Vücudu ve uzun bacaklarıyla karşılaştırıldığında bu figürün başı küçüktür.

Dikkat edilecek hususlar:

Erkekte omuz genişliği baş genişliğinin 2,5 katı, kadında ise 2 katıdır.

Ayak büyüklüğü erkek ve kadında baş ölçüsü kadar, el büyüklüğü ise yüz uzunluğu kadardır.

Her iki kolun yanlara açılmış durumdaki uzunluğu o figürün boyu kadardır.

Omuzdan dirseğe, dirsekten bileğe kadar olan uzaklıklar birbirine eşittir.

Eller aşağı doğru uzatıldığında parmak uçları diz ile kalça arasında tam ortaya gelir.